6 Eylül 2007 Perşembe

Ocean's 13 (2007)


Danny Ocean (George Clooney) ve çetesinin bugüne kadarki en hırslı ve riskli kumarhane soygunlarını gerçekleştirmeleri için tek bir neden olabilir: Kendilerininkini korumak.

Acımasız kumarhane sahibi Willy Bank [Banka] (Al Pacino) Ocean’ın ilk çetesinden Reuben Tishkoff’a (Elliott Gould) oyun oynayınca, Danny ve çetesi bir kez daha bir araya gelir ve “Bankayı soyup soyamayacaklarını görmek isterler.

“Ocean’s Thirteen” eski kadrodan George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Andy Garcia, Don Cheadle, Bernie Mac, Casey Affleck, Scott Caan, Eddie Jemison, Shaobo Qin, Carl Reiner ve Elliott Gould’u tekrar bir araya getiriyor. Al Pacino ekibe Willy Bank, Ellen Barkin onun sağ kolu Abigail Sponder olarak katılıyor.

Şrek 3 (2007)




Kral Harold hastalanınca taht için uygun bir varis bulmak Shrek'e düşer. Aksi takdirde tahta geçeceği için çok sevdiği bataklıktan ayrılmak zorunda kalacaktır. Bu konuyla ilgili olarak Eşek ile Çizmeli Kedi'yi görevlendiren Shrek, taht için en doğru varis olarak gördüğü kişiyi gözüne kestirir. Bu kişi, Fiona'nın asi ruhlu kuzeni Prens Artie'den başkası değildir. Öte yandan çok çok uzaklarda Fiona'yı bir zamanlar yüzüstü bırakıp terk eden eski nişanlısı Prens Charming, tahtı ele geçirmek için peri masallarından topladığı kötü adamlar ordusuyla kentte fırtınalar estirmektedir. Ancak kenti savunmaya kararlı olan Fiona ile annesi Kraliçe Lillian'ın peri masallarındaki iyi insanları yanlarına topladığından haberi yoktur.

Shrek, Eşek ve Çizmeli Kedi’nin, "geleceğin kralı" olarak gördükleri Artie’yi daha mükemmel olması için değiştirme çabası devam ederken, diğer tarafta Fiona ve prensesler ordusu ise Prince Charming'i durdurmak zorundadır. Bunu başaramazlarsa ortada Artie'nin hüküm süreceği bir krallık kalmayacaktır.

Neşeli Dalgalar - Surf’s Up

Haftanın animasyon filmi ise “Neşeli Dalgalar”. Penguenlerin neşeli dünyasına dalış yaptıracak filmin yönetmenliğini Ash Brannon ile Chris Buck üstlendi.



Filmde, karakterleri Shia LaBeouf, Jon Heder, Jeff Bridges, Zooey Deschanel ve James Woods seslendiriyor. Animasyon komedinin konusu kısaca şöyle:

Rockhopper türü penguen Cody Maverick (Shia LaBeouf) ilk profesyonel yarışmasına katılacak, yeni ve yükselmekte olan bir sörfçüdür. Bu deneyimini belgelemek için peşinden ayrılmayan bir kamera ekibiyle birlikte, “Büyük Z Surf Yarışması”na katılmak üzere, ailesinden ve Antarktika-Buztanbul şehrindeki evinden Pen Gu Adası’na doğru yola çıkar.

Cody seyahati sırasında, sörf manyağı Tavuk Joe (Jon Heder), ünlü sörf organizatörü Reggie Belafonte (James Woods), yetenek avcısı Mikey Abromowitz (Mario Cantone), ve şevkli cankurtaran Lani Aliikai’yla (Zooey Deschanel) tanışır. Hepsi de Cody’nin zaman zaman biraz yanlış yönlere sapan sörf tutkusunu fark ederler. Cody kazanmanın kendisine istediği hayranlık ve saygıyı getireceğini düşünse de gözden düşmüş eski bir sörfçüyle (Jeff Bridges) beklenmedik bir şekilde yüz yüze gelince kendi yolunu bulmaya başlar ve kazanmanın her zaman yarışı birinci sırada bitirmek anlamına gelmediğini keşfeder...

Yönetmen: Ash Brannon, Chris Buck
Senaryo: Lisa Addario, Christian Darren
Müzik: Mychael Danna
Görüntü Yön: Andres Martinez
Tür: Animasyon / Komedi
Süre: 85 Dk.
Yapım Yılı: 2007
Ülke: ABD
Dağıtımcı: Warner Bros
Seslendirenler : Shia LaBeouf, Jon Heder, Jeff Bridges, Zooey Deschanel, James Woods

Lanetli Bataklık - The Marsh

Çocuk kitapları yazarı Claire Holloway’in özel hayatı hiç de yazdığı hikâyelere benzemez. Karanlığın ve gölgelerin arasında vahşi görüntüler ona bilincinin gizli köşelerinde işkence çektirir. Ve Claire’in doktoru huzurlu bir yerde tatil yapmasını önerir.


jordan Barker’ın yönettiği filmde Gabrielle Anwar, Justin Louis, Forest Whitaker ile William Cuddy oynuyor. Claire Holloway (Gabrielle Anwar) genç, seçkin ve oldukça başarılı çocuk kitapları yazarıdır. Fakat özel hayatı hiç de kitaplarında anlattığı hikâyelere benzememektedir. Karanlığın ve gölgelerin arasında vahşi görüntüler ona bilincinin gizli köşelerinde işkence çektirmektedir.

Claire’in doktoru işinden bir süre uzak kalıp huzur içinde bir ortamda tatil yapmasını önerir. Rose Marsh Çiftliği işte tam bu huzuru bulabileceği ve kafasını boşaltabileceği bir yer olarak gözükmektedir.

Claire bu yaşamak için ideal yere geldiğinde kafasındaki her problemin yavaş yavaş çözüme kavuşacağını beklemektedir. Oysa herşey gitgide çözülmesi daha zor bir sır olmaya başlamıştır. Açıklayamadığı garip görüntüler, gerçek ve ilüzyon arasındaki korkunç bir dünya onu hapsetmiştir. Btün bu garip dünyayı ise on yaşındaki bir kızın hayaleti yönetmektedir.

İlk uyarılar küçük ve zararsız yaramazlıklar gibi gözükmektedir fakat uyarılar gittikçe daha korkunç ve vahşi bir hal almaya başlar. Claire gördüğü hayaller arasında bu küçük kızın genç ve yakışıklı bir adam tarafından saldırıya uğramasına tanık olur. Belki de bu genç adam küçük kızın ölümüne şahit olmuştur... Küçük kızın hayaleti ile yaşamaya başlayan Claire onun cinayete uğradığını anlatan yakarışları ile bu küçük çiftlik evinde kapana kısılmıştır.

Claire gerçeği bulmak için kasabanın gazetesini çıkaran genç Noah Pitney, (Justin Louis) ve paranormal olayları analiz eden Hunt, (Forest Whitaker) dan yardım almaya çalışır.

Claire, Noah ve Hunt kasabanın geçmişindeki karanlık sırrı açığa çıkarmaya uğraşırlar...

Yönetmen: Jordan Barker
Oyuncular: Gabrielle Anwar, Justin Louis, Forest Whitaker , William Cuddy
Senaryo: Michael Stokes
Görüntü Yön: David Perrault
Tür: Korku / Gerilim
Yapım Yılı: 2006
Ülke: Kanada
Dağıtımcı: Özen Film

Otel 2 - Hostel: Part II

Eli Roth’un yönettiği, Lauren German, Bijou Phillips, Roger Bart ve Richard Burgi’nin rol aldığı film, Avrupa’daki egzotik ve şık bir otele tatile giden genç kızların, burada aslında dehşet verici bir tuzak olduğunu fark etmelerinin gerilim dolu öyküsü.




Geçtiğimiz Ocak ayında, yazar-yönetmen Eli Roth sinemaseverleri kanlı film “Hostel/Otel”le dehşete sürükledi ve film gişelerde en üst sıraya yerleşerek 2006’nın bir numaralı filmi oldu. Bir yıl sonra, Roth bizi her şeyin başladığı yere geri götürüyor, ama bu kez insan beyninin daha derin ve karanlık noktalarına yolculuk ediyoruz.
Üç genç Amerikalı kız haftasonunu geçirmek üzere güzeller güzeli bir kadın tarafından egzotik ve doğal bir yere davet edilir. Kadın orada yenilenecekleri ve arkadaşlıklarını pekiştireceklerine dair gençlere garanti verir. Genç kızlar aradıklarını orada bulacaklar mıdır yoksa dünyanın dört bir yanından iğrenç arzularını doyurmak için gizlice gelen ayrıcalıklı kişilerin fantezilerinde birer piyon olmaya mahkûm mu olacaklardır?

Orijinal Adı : Hostel Part II
Yönetmen : Eli Roth
Senaryo : Eli Roth
Oyuncular : Lauren German, Roger Bart, Heather Matarazzo, Bijou Phillips, Richard Burgi, Vera Jordanova, Jay Hernandez, Stanislav Ianevski...
Yapım Evi : Raw Nerve
Ülke : ABD
Dil : İngilizce
Süre : 93’
Tür : Korku

Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu (2007)

Yönetmen:

Gore Verbinski

Senaryo :

Ted Elliott, Terry Rossio

Müzik:

Hans Zimmer

Görüntü yönetmeni:

Dariusz Wolski

Tür:

Aksiyon, Macera, Fantastik, Komedi

Yapım:

ABD 2007 (Renkli)

Dil:

İngilizce

Dağıtıcı Firmalar:

UIP

Internet adresi:

disney.go.com/disneypictures/pirates/atwo...



Kaptan Sparrow’u, Jones’un sandığındaki tuzaktan kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmaya kararlı olan Turner ile Swann, Kaptan Barbossa ile ittifak yaparlar. Dünyanın sonu olarak tanımlanan uzakdoğu okyanuslarında yapılacak nihai savaşta korsanların her biri özgürlük sevdalısı korsan yaşam tarzının geleceğini kurtarma mücadelesi verecektir.



Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı (2007)

Yönetmen:

David Yates

Senaryo :

J.K. Rowling(Kitap), Michael Goldenberg(Kitap)

Müzik:

Nicholas Hooper(Kitap)

Görüntü yönetmeni:

Slawomir Idziak(Kitap)

Tür:

Macera, Dram, Fantastik

Yapım:

ABD, İngiltere 2007 142 dakika (Renkli)

Dil:

İngilizce

Dağıtıcı Firmalar:

Warner Bros

Internet adresi:

www.harrypotterorderofthephoenix.com/




“Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nda, beşinci öğretim yılı için Hogwarts’a dönen Harry, büyücü camiasının büyük çoğunluğunun onun kötü Lord Voldemort’la karşılaştığını inkar ederek, Lord Voldemort’un döndüğü haberine kulak tıkamayı tercih ettiklerini görür. Hogwarts’ın saygın müdürü Albus Dumbledore’un kendisinin konumunu zayıflatarak yerine geçmek için Voldemort’un döndüğü yalanını söylediğini düşünen Sihir Bakanı Cornelius Fudge, Dumbledore ve Hogwarts öğrencilerinin hareketlerinden haberdar olabilmek için okula yeni bir Karanlık Sanatlara Karşı Savunma öğretmeni atar. Ama Profesör Dolores Umbridge’in Bakanlıktan onaylı savunma büyüsü dersi onları ve tüm büyücü camiasını kendilerini tehdit eden karanlık güçlere karşı ne yazık ki savunmasız bırakır; bu yüzden,
arkadaşları Hermione ve Ron’un teşviki üzerine, Harry konuya el atar. Kendilerine “Dumbledore’un Ordusu” adını veren küçük grupla buluşan Harry, onlara Karanlık Güçlere karşı nasıl savunacaklarını öğreterek, bu genç ve cesur büyücüleri kendilerini bekleyen olağanüstü savaşa hazırlar.


Apocalypto (Kıyamet) 2006

Yönetmen
Mel Gibson
Oyuncular
Rudy Youngblood - Jaguar Paw
Dalia Hernandez - Seven
Jonathan Brewer - Blunted
Morris Birdyellowhead - Flint Sky
Carlos Emilio Baez - Turtles Run
Ramirez Amilcar - Curl Nose
Israel Contreras - Smoke Frog
Israel Rios - Cocoa Leaf
María Isabel Díaz - Mother in Law
Espiridion Acosta Cache - Old Story Teller
Senaryo
Mel Gibson, Farhad Safinia
Müzik
James Horner
Yapim Yili
2006
Süre
139 dakika

Özet : film resim Büyük Maya İmparatorluğu, görkemli dönemlerinin ardından, pek çok imparatorluğun içine düştüğü buhranlardan kaçamamıştır. Yöneticiler, kendi hatalarının sonucu hızlanan çöküşü önlemek ve salgın hastalıkların verdiği zararlardan kurtulmak için tapınaklar yapıp, insanlar kurban etmektedirler. Acımasız katillerden oluşan bir grup savaşçı, Tanrı Kukulkan’a kurban edilecekleri bulmak ve köle ticareti yapmak için çevre köyleri talan etmektedir. Öte yandan genç Jaguar Paw, babası Flint Sky, hamile karısı Seven, küçük oğlu Turtles Run ve dostları, akrabaları ile kendi kabilesinde huzurlu bir yaşam sürmektedir. Ta ki, köle tüccarı katiller bir gün onların köyünü işgal edene kadar.. Jaguar Paw hayatının sınavını yaşayacak, değerleri uğruna neler yapabileceğini keşfedeceği acıyla ve insanüstü mücadeleyle dolu bir yolculuğa çıkacaktır...


filim resim 2

Editör Yorumu
Muhtemel beklentinin aksine Apocalypto, Maya Uygarlığının kuruluşu, yükselişi ve çöküşü üzerine tarih dersi vermeye çalışmayan, kabası alındığında ortaya basit bir hikayenin çıktığı filmlerden. Hatta Mel Gibson bu macerayı pekala 2000’li yılların New York’unda bile rahatlıkla çekebilirdi. Tarihi dekorlarda epik kahramanları merkezine alan Mel Gibson’un yönetmenlik anlayışıyla ve yolculuğuyla bağlantılı olarak Apocalypto’nun bu basitliğinin altını kazımakta fayda var. Saf cesaretin ve şiddetin tarihsel olaylar ve kişilerde açılımları olduğuna yönelik ikna çabası, tarihi sadece kitaplardan öğrenmiş insanoğluna görsel olarak sunulacak ise, çok güçlü kozlarla onların önüne çıkmalısınız. Mel Gibson, sıkıcı tarih dersleri vermiyor dedik. Ama Farhad Safinia ile birlikte kurduğu macerasına bir kültürün nasıl avlandığını, nasıl yaşadığını, yaralarını nasıl iyileştirdiğini, inançlarını, batıl inançlarını, kılığını, kıyafetini muazzam bir görsellik eşliğinde cebimize koyuyor. Pastoral duygusallığı, folklorik motifleri, ipini koparmak üzere olan bir macera temposuna çok güzel yediriyor.

Açılıştaki yaban domuzu avı sahneleri ile filme hızlı, estetik ve espirili bir giriş yapılıyor. Ardından küçük bir Maya kabilesinin huzurlu yaşamlarına tanık olmamız, ailevi bağlılıklar, komiklikler, kabile bilgesinin küresel çağrışımlar barındıran anlamlı masalı, danslar, şarkılar, Gibson’un karakterleri benimsetme çabasını hiç de boşa çıkarmayan hamleler. Bu huzurlu atmosferin Braveheart formülüne benzer şekilde kanlı ve acımasızca parçalanması (hatta yine bir boğaz kesme sahnesi ile birlikte), sempatimizi kazanan yerlilerin savaşçı köle tüccarlarına esir düşmeleri, Jaguar Paw’ın hamile karısı ve küçük oğlunu saklamayı başarıp, onlara geri dönme sözü vermesi gibi film ile bağlantıyı sağlamlaştıran olay örgüsü tıkır tıkır işliyor. Bu tip bir işleyiş, standart bir filme zerk edilen etkili dramatik örgüye de çok muhtaçtır. Anlamsız, ruhsuz bir tasarlama hiç de samimi durmaz ve film belli bir tempo tuttursa dahi, bu farkında olmadığımız, bittiğinde iz bırakmayacak mekanik bir tempodur. Tıpkı Braveheart’da olduğu gibi Apocalypto’da da Mel Gibson hikayesinin girişini güçlü dramatik kolonlarla sağlamlaştırmayı yine başarıyor. İz bırakıyor, acıtıyor, geriyor, rahatsız ediyor. Bu başarıyı sağlarken fazlaca kan döktüğü, duygu sömürüsü yaptığı eleştirilerine maruz kalıyor olsa da nihayetinde mübah yolların denemesindeki cesareti Mel Gibson’a farklı bir hava veriyor.

1993’de yönettiği ilk filmi The Man Without A Face’i biraz dışarıda tutarak, Mel Gibson’un Braveheart ile başlayan, tartışmalı ve dünya çapında 600 milyon dolar hasılatlı The Passion Of The Christ ile süren, son olarak Apocalypto’da şahit olunan yönetmenlik serüveni hakkında söylenecek çok şey olduğu kesin. Kendi yapım şirketi Icon’u kuran Gibson, elde ettiği özgürlük sayesinde yönettiği, oynadığı ve finanse ettiği filmleri ile sinema alanında; koyu bir Katolik, semitist, alkolik olduğu yönündeki eleştiriler ile de bazı lobilerde adından çok söz ettiriyor. Eleştirisi yapılanların ne kadarının filmlerine yansıdığı da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Fakat gittikçe şekillenen bir Mel Gibson sinemasından söz etmek, Apocalypto’dan sonra artık mümkün.. Aktör olarak rol aldığı onlarca filmin kendisine kattıklarını, yönettiği oyuncularına profesyonelce aktardığı her halinden belli olan Gibson, tanınmamış oyuncularına mimiklerini, bakışlarını, nerede nasıl duracaklarını, hangi ruh haline bürüneceklerini iyi anlatmış olacak ki, bu durum Apocalypto’yu oyunculuk yönünden çok doyurucu kılıyor. Lethal Weapon serisi, Bird On A Wire, Conspiracy Theory, Maverick, Payback, Mad Max gibi filmlerinde canlandırdığı, inandığı şey uğruna gözünü karartan, kuralları çiğnemekten geri durmayan, deli dolu karakterlerin yansımalarını, yönettiği filmlerdeki baş karakterine de uygulayan, ama bu cesareti veya çılgınlığı genellikle kutsal veya ahlaki bir amaca dayandıran formüllerinden vazgeçmiş değil.

Bu formüllerin yeri geldiğinde Gibson’un elinde bir propaganda aracına dönüştüğü eleştirileri de az değil. Ancak Hollywood lobisine kimi zaman tavırlı ve mesafeli durmaya çalışan Gibson’un bu tavrı ve mesafesi artık daha keskin çizgilerle kendini gösteriyor. Zamanında Hollywood standartlarıyla çektiği onca gişe filminden cebine koydukları ile ilerleyen oyuncu Mel Gibson, sanatsal açıdan arayış içine girmiş ve artık cepten yemenin tatminsizliğine uyanmış yönetmen Mel Gibson’a dönüştüğünde belki de pek az kimse ondan bu denli radikal değişim bekliyordu. Rol aldığı eti butu belli gişe filmlerindeki klasik yönetim anlayışa bir tepki mi, yoksa o filmlerin zamanla sıradanlaşan ve özgürlüğü elinden alınmış bir oyuncuyu kendini tekrara iten kemikleşmiş rol kalıplarından çıkarma gayreti mi? Belki de her ikisi. Kan görmeye fazla dayanamayan Hollywood yapımlarının tersine, yönettiği son üç filminde benimsediği çiğ şiddet yüzünden bazı kesimlerden tepki çekmesi Mel Gibson’un bilinçli olarak üzerinden atmaya çalıştığı yakışıklı Hollywood starı payesine ters düşmüş bu etiketten olsa gerek. Ama William Wallace’ın, Jesus’ın ve Jaguar Paw’ın yaşadıklarının çarpıcı biçimde işlenmesi için kan, nefret, şiddet olmazsa olmaz haline gelebiliyor. Şiddetin dozu meselesi ise göreceli bir durum. Tatmin olan, aşırı bulan veya yetinmeyenler bile var. Lakin Mel Gibson’un yoğun bir öfkeyle yoğrulmuş ve süslenmiş şiddet anlayışı, çektiği filmlerin genel atmosferinde mutlak gerekli bir hal alabiliyor. Hatta Braveheart ve Apocalypto’da ustaca estetize bile ediliyor. Çünkü her zaman ortada kazanılması gereken bir zafer, ulaşılması gereken kutsal bir hedef ve başarılması gereken insanüstü bir çaba bulunuyor. Bunların acısız, kansız, ızdırapsız olması, hem gerçek yaşamda, hem de perdede şiddet görmeye meyilli ve ikna edilmeyi bekleyen izleyiciyi ne derece memnun eder?

Apocalypto, artistik açıdan kusursuz sayılabilecek bir film. Prodüksyon ve teknik ekipte Gibson’ın ilk iki filminde de görev almış isimlerin yanında Saving Private Ryan, Dances With Wolves, Dracula, The Hunt For Red October gibi filmlerde çalışmış usta bir ekip var. Oscar ödüllerine de aday olan kalabalık makyaj ve kostüm ekibinin, usta sinematograf Dean Samler’in, Mel Gibson ile beraber senaryoyu yazan Farhad Safinia’nın, sanat yönetmeni Roberto Bonelli’nin ve tabi ki yine kalabalık figürasyonda yer alan gerçek Maya yerlilerinin filme katkıları büyük. Detaylı bir çalışmanın ürünü kostümler, saçlar, takılar, makyajlar filmi görsel bir şölen haline getiriyor. Elbette bunları taşıyan yüz ve fiziklerin de özenle seçilmiş olması ve bizim de gözlerimizi onların zerafetinden veya sefaletinden alamamamız şiddetle mümkün. Kimi zaman dijital kameranın devreye girdiği ormandaki nefes kesen sahneler, esirlerin kurban edilmeden önce Maya kentine girdikleri bölüm, tapınaktaki dehşet verici kanlı ayin sahnesi, rollerin değiştiği bir hesaplaşmanın yaşandığı, finale kadar uzanan bölüm ve daha birçok ayrıntı Apocalypto’nun tansiyonu hiç düşmeyen yapısını ayakta tutan anlar.

Filmde sıkça kullanılan kıvrak kamera oyunları çok şık. Mesela peşindeki avcılardan kaçan Jaguar Paw’ın denize ulaştığı anda gördüğü manzarayı, onun etrafından dönen kamerayla izleyiciye de sindire sindire gösteren sahne gerçekten olağanüstü. Belki buna benzer sahneleri daha önce görmüş olabiliriz. Ama bu sahnenin teknik başarısının ardında, denizde görülenlerin payı da çok önemli. O ve ona benzer sahneler, sinema sanatının insanın nutkunu bağlayan maharetlerine en güzel örneklerden.. O sahne gibi, Braveheart’da William Wallace’ın ihanete uğradığını anladığı sahnenin söze gerek bırakmayan tarafı kadar, söze ihtiyaç bırakması gibi bir durum da belirebiliyor ki, tam burada Mel Gibson’un o çok tartışılan “tarafını” veya “tarafsızlığını” netleştirip bulanıklaştıran dengeler alt üst oluyor.

Çekimleri Meksika’nın günümüze kalan son yağmur ormanlarının bulunduğu alan olan Catemaco ve Veracruz’da yapılan Apocalypto, yeryüzünün en mükemmel medeniyetlerinden sayılan, yüzyıllar boyu sanat, eğitim, ticaret, matematik, astronomi alanlarında üst düzeylere ulaşmış, ama hem kendi kendini parçalamış, hem de kolonilerin sömürgeleştirme misyonuna kurban edilmiş Maya Uygarlığı içinde geçen destansı bir kahramanlık öyküsü.. Dansçı, ressam, müzisyen ve şimdi de aktör olan, Komançilerin soyundan gelen genç Rudy Youngblood’un son derece başarılı biçimde canlandırdığı Jaguar Paw ismindeki kahramanın, filmde geçen tüm Maya tanrılarından daha kutsal olan ailesinden koparılmasının, kendi uygarlığının içinde yaptığı ölüm yolculuğunun ve peşindeki öldürmek üzere programlanmış tasarım harikası kötü adamlara rağmen olağanüstü bir çabayla tekrar ailesine dönme gayretinin öyküsü.. Tanrıları, kıyafetleri, takıları, kültürleri, kaderleriyle, dilleriyle bir uygarlığın içinden alınmış cesur yürek öyküsü..

filim resim 3

Flags of Our Fathers (Atalarımızın Bayrakları)

Yönetmen
Clint Eastwood
Oyuncular
Ryan Phillippe - John "Doc" Bradley
Jesse Bradford - Rene Gagnon
Adam Beach - Ira Hayes
John Benjamin Hickey - Keyes Beech
John Slattery - Bud Gerber
Barry Pepper - Mike Strank
Jamie Bell - Ralph "Iggy" Ignatowski
Paul Walker - Hank Hansen
Robert Patrick - Colonel Chandler Johnson
Neal McDonough - Captain Severance
Senaryo

Müzik

Yapim Yili
2006
Süre
132 dakika

Özet : film resim Kara kumsalları ve cehennemî mağaralarıyla ıssız bir ada olan Japon garnizonu Iwo Jima için girilen şiddetli muharebe başlayalı birkaç gün olmuşken, beş deniz piyadesi ve bir donanma sıhhiyecisinin Birleşik Devletler bayrağını Suribachi Dağı'na dikmesinin fotoğrafı, Pasifik Savaşı'nın akıllardan silinmeyen görüntülerinden biri olur.


filim resim 2

Editör Yorumu
Son üç yılda Mystic River ve Million Dollar Baby gibi iki önemli drama yöneten Clint Eastwood, Flags of Our Fathers’ta bundan önceki iki filminin parlak başarısına ulaşamamış. Son dönemdeki filmlerinin duygu sömürüsüne müsait konuları ve sürekli artan dramatik yapılarını bir kenara bırakırsak, her şeyden önce Eastwood’un çok iyi bir anlatıcı olduğunu kabul etmek gerekir. Elindeki hikayeyi çok iyi özümseyerek, bu hikayeyi basit ama etkileyici bir şekilde anlatmasını iyi biliyor, Eastwood. Anlatımının basitliğinden dolayı filmlerini izlerken kimi zaman sıkılsak da, hikayelerini çok çarpıcı bir finalle bitirme başarısını gösteriyor.

Son filmi Flags of Our Fathers’ta üstte saydığım klasik Eastwood formülasyonunun son örneği. Amerikan halkı için son derece önemli olan bir tarihi olayı, yine kendi üslubunca, hikayenin bütün taraflarına eşit mesafede yaklaşarak ekrana yansıtıyor. Suribachi Dağı’na dikilen bayrak resminin Amerikan halkı ve o savaşta çarpışmış askerler için ne ifade ettiğini, yani resim metaforunun anlamını, içini doldurarak anlatmayı başarıyor. Kimi zaman yine sıkılıyoruz, üfleyip püflüyoruz. Ne zaman savaş sahnelerine geçecek diye düşünüyoruz. Ama Eastwood her zaman ki muhafazakarlığı ve inatçılığıyla hikayesini kendi tarzından ödün vermeyerek anlatmaya devam ediyor. Askerler için değeri çok farklı olan bayrağın, ekonomik çöküntü içindeki Amerikan halkı üzerinde yarattığı umut dalgasını ve bundan yararlanmaya çalışan kan emici tüccarları uzun uzun ekrana yansıtan Eastwood, tarihi bir olayı yeniden anlatmanın dışında kahramanlık kavramını da sorgulamaktan ve sorgulatmaktan geri durmuyor.

James Bradley ve Ron Powers’ın yazdığı Flags of Our Fathers kitabını senaryolaştıran William Broyles ve Paul Haggis, filminde kitaptakine benzer şekilde içinde birçok hikayeyi barındırarak, bunları birbirlerine paralel zaman dilimleri içerisinde anlatılmasını istemiş. Clint Eastwood’da bu yapıya uygun şekilde, filmini sürekli atlamalarla anlatarak, içinde birçok hikayenin aynı anda ilerlediği bir film kotarmış. Bunun filme dinamizm katacağına, tam tersi şekilde filmi ağırlaştırdığını da belirtmek lazım. Özellikle o inanılmaz çıkarma sahnesinden sonra temponun yavaş yavaş düşürülerek dibe vurması, bende hayal kırıklığı yarattı. Savaş sahneleri filmde sadece bir fon olarak kullanılsa da, bunların zamanlamalarının daha iyi ayarlanabileceği görüşündeyim.

Dikilen bayrağın askerler üzerinde yarattığı psikolojik etkiyi çok iyi betimleyen Eastwood, Ira Hayes karakteriyle de amacını kaybeden askerlerin içine düştüğü durumu çok iyi yansıtıyor. Pasifik Savaşı’nda kanlı bir çıkartmadan sonra Suribachi Dağı’na dikilen o bayrak, aslında Amerikalı askerlerinde unutmaya başladıkları bir şeyi simgeliyor: Niçin savaştıklarını… Fakat bu olaydan kısa süre sonra, ülkelerine gönderilerek sirk hayvanları gibi sergilenen ve çıkar aracı olarak kullanılan bu askerler, ülkelerine döndüklerinde amaçlarını unuttukları gibi ne yapmaları gerektiğine karar veremez duruma geliyorlar. Onların içine düştüğü bu karmaşık durumu ise, Eastwood ustalıkla anlatıyor. Benim için filmin en dişe dokunur kısmı da, yönetmenin anlatımdaki bu başarısı oldu.

Clint Eastwood’un bu projeyi Steven Spielberg’ün elinden alması bu açıdan çok isabetli olmuş. Sanırım Spielberg bu filmi çekseydi, ortaya ikinci bir Er Ryan’ı Kurtarmak vakası çıkardı. Oysa Terrence Malick’in The Thin Red Line filminden sonra, beyazperde de askerlerin çıkmazlarını ve karmaşık ruh hallerini en iyi yansıtabilen filmlerden biri olmaya aday, Flags of Our Fathers. Belki çok iyi bir film değil, savaş filmi diyebilmek için bile yeterince savaş sahnesi barındırdığı da şüpheli. Letters from Iwo Jima filmini sabırsızlıkla bekletecek bir etkide bırakmıyor. Zira filmin bazı yerlerinde çok sıkıldım. Ama Eastwood’un anlatımı ve Amerikan tarihinde yerleşik bir hikayeyi kahramanlık kavramını da sorgulayarak, hem de savaşın iki tarafını göz önüne alarak ekrana taşıması ilgiye değer bir davranış. Çok iyi olmasa da, Eastwood tarzını sevenlerin ve Pasifik Savaşı’nı daha derinlemesine öğrenmek ve savaşa iki tarafın gözünden de bakmak isteyenlerin ilgi gösterilebileceği bir film, Flags of Our Fathers.

filim resim 3

Blood Diamond (Kanlı Elmas)

Yönetmen
Edward Zwick
Oyuncular
Leonardo DiCaprio - Danny Archer
Djimon Hounsou - Solomon Vandy
Jennifer Connelly - Maddy Bowen
Kagiso Kuypers - Dia Vandy
Arnold Vosloo - Colonel Coetzee
Antony Coleman - Cordell Brown
Benu Mabhena - Jassie Vandy
Anointing Lukola - N'Yanda Vandy
David Harewood - Captain Poison
Basil Wallace - Benjamin Kapanay
Senaryo
Charles Leavitt
Müzik
James Newton Howard
Yapim Yili
2006
Süre
143 dakika

Özet : film resim Afrika kökenli bir paralı asker olan Danny Archer (Leonardo DiCaprio) kendi yöntemleriyle Sierra Leone’de elmas kaçakçılığı yapmaktadır. Sağlam yer altı ve askeri bağlantıları olmasına rağmen, bir gün sınırdan elmas geçirmekte iken yakalanıp tutuklanır. 90’lı yılların başında Sierra Leone’de katliamlar yapan, çocukları kaçırıp acımasız katiller haline getiren Devrimci Birleşik Cephe’nin körüklediği iç savaş ve kaos ortamı hakimdir. Üç çocuklu balıkçı Solomon Vandy (Djimon Hounsou)’nin köyü D.B.C. tarafından basılır, insanlar vahşice öldürülür. Solomon ailesini kurtarmayı başarmasına rağmen, esir düşer ve elmas çıkarma kamplarında çalışmaya götürülür.

Bu kapta çalışırken bir gün Solomon, kuş yumurtası büyüklüğünde, değeri milyonlarca pound edecek pembe bir elmas parçası bulur ve onu gömer. Çok geçmeden kamp hükümet askerleri tarafından basılır. Solomon, Archer’ın bulunduğu hapisaneye atılır. Baskından hemen önce Solomon’un elması bulduğunu fark eden D.B.C. lideri Poison (David Harewood)’ın hapiste Solomon’un bulduğu elmastan bahsetmesi Archer’ın dikkatini çeker. Böylece yolları kesişen Archer ve Solomon kendi çıkarları uğruna işbirliği yaparlar. Archer, Solomon’un elmasını, Solomon ise Archer’ın nüfuzu sayesinde kaybettiği ailesini ve Poison'un çocuk asker olarak yetiştirmek üzere yanına aldığı oğlu Dia'yı bulmak istemektedir. Ama Archer’ın kolu, Solomon’un ailesini bulabilmek için yeterince uzun değildir. O yetki, Archer’ın gizli bağlantılarının peşinde olan güçlü ve idealist gazeteci Maddy Bowen (Jennifer Connelly)’da olunca, birbirine muhtaç olan üç insan için gerilimli bir süreç başlar..


filim resim 2

Editör Yorumu
Charles Leavitt’in kendi hikayesinden senaryolaştırdığı, Glory, The Siege, Legends Of The Fall, The Last Samurai gibi filmlere imza atmış prodüktör/yönetmen Edward Zwick’in yönettiği Blood Diamond, hem konu, hem de sinema sanatı açısından farklı bakışlara maruz kalabilecek bir film. Sinema filmi olarak barındırdığı farklılıkların dışında “mainstream” kabul edilen, gişe amaçlı, konusu, yapısı, duruşu belli filmlerden biri olduğu kesin. Askerlikten kaçakçılığa geçmiş, çevresindeki karmaşaya duyarsız, çıkarcı ve maço Archer, herkes servet değerinde bir elmas parçasının peşindeyken tek derdi ailesini bulmak olan, aynı zamanda Afrika’nın saflığını da sembolize eden Solomon, yine herkes servet değerinde bir elmas parçasının peşindeyken, kendisi haber peşinde olan gazeteci Maddy üçlüsünün formülü daha önce benzer filmlerin denklemlerinde de rastlandı. Ancak filmin kendisi gibi mainstream senaryosundaki “Tanrı’nın unuttuğu kıta”, “Afrika’nın kanını emen dünya çıkar çevreleri” “bir gün barış gelecek” türü klişe mesajlarının yanında, satır aralarında bu mainstream anlayışına ve unsurlarına gönderme yapması da gözden kaçmamalı. Archer’ın Maddy nazarında çizdiği “Afganistan, Bosna gibi kaynayan kazanlarda bulunmuş, yanına dizüstü bilgisayarını, sıtma haplarını alarak dünyayı değiştireceğini sanan gazeteciler” profili, Maddy’nin de gazeteci olarak gözleri sinekli sıska bebekler ve ölü annelerden başka hiçbir yere varamadığını itiraf etmesi bunlara birer örnek. Elmas zenginliğine rağmen Sierra Leone’nin hiç ihracat yapmıyor görünmesi, ama komşusu Liberya’nın 2 milyar dolarlık ihracat yapmış olmasının altındaki gerçekleri cesurca ve ayrıntılarla gözler önüne sermesi Blood Diamond’u önemli kılan maddelerden biri..

Filmin başında G8 ülkelerinin Antwerp-Belçika’daki konferansında söylenenlerle, filmin amacı baştan belirleniyor: “Afrika tarihi boyunca ne zaman değerli bir şey bulunsa bunun bedelini çok büyük acılarla yerel halk ödemiştir. Fildişi, soygun, petrol, altın, şimdi de elmas.. Üstelik bu taşlar silah alımında ve iç savaşın finanse edilmesinde kullanılıyor.” Yine filmin başındaki bir “mainstream”e fazla gelebilecek tüyler ürperten katliam görüntüleri ile bir başka Afrika dramına tanık olacağımızın sinyallerini alıyoruz. Elmas unsurunu merkez almasına rağmen, Afrika odaklı benzer senaryoların da çoğu zaman bulaşmadan edemedikleri pek çok yan açılıma da ev sahipliği yapan film, barış gücüne, hükümete, isyancılara, boyalı basına, çocuk istismarına, Afrika’nın sırtından geçinen sülüklere açıkça tavır alıyor. Öte yandan yine Maddy’nin itiraf ettiği gibi, televizyonlarda sadece birkaç dakikalık haber geçilen bu coğrafyanın hayati meselelerine karşı insanlar sadece şöyle bir bakar veya bu görüntüler bazılarını ağlatır. Kendilerine uzak bu coğrafya için ellerinden bir şey gelmez. Bu gerçeği geçici bir hüzünle karşılayan insanoğlunu, aldıkları pahalı elmas mücevherlerle dolaylı da olsa suça ortak etme cüretini taşıyan, vicdanlara saldırmaktan çekinmeyen film, en azından gidebileceği son noktayı görmek istiyor. Hatta D.B.C. katillerinin uyuşturucu, alkol, sigara, silah eşliğinde süren eğlenceleri esnasında arka plandaki televizyondan görünen, elmaslarla bezeli abartılı takılarla şov yapan rapçilerin klibini 2-3 saniyelik de olsa gösteren ve derin düşüncelere iten bir cüret bu..

Güçlü, güncel ve tipik bir Zwick kastına sahip filmin Leonardo DiCaprio ve Djimon Hounsou gibi iki büyük kozundan çok iyi faydalandığını söylemek mümkün. DiCaprio’nun canlandırdığı Archer karakterinin vicdani süreci ve iç hesaplaşması, kendisinin bir parça aksiyon kahramanına dönüştürülmesine kurban gitse de, anlamlı yüz ifadesini tecrübeli oyununa ortak ettiği iyi bir performans izliyoruz. Aynı anlama sahip Hounsou da özellikle hiddetlendiği sahnelerde nefesleri kesebiliyor. İki oyuncunun karşılıklı sahneleri gerçekten profesyonellik barındırıyor. Buna karşın Jennifer Connelly’nin rolü, Maddy karakterinin fazla sivri bir tarafının olmaması ve bunun getirdiği durağanlığa rağmen, Oscarlı oyuncunun tamamen dışlandığı anlamını taşımıyor.

Edward Zwick, pahalı prodüksyonları ve kendi estetik kaygılarını gişeye uygularken, sağlam bir dramatik altyapıyı da beraberinde sürükleme eğiliminde olan bir yönetmendir. O yapıyı Blood Diamond’da da görmek mümkün. Özellikle Archer ve Solomon’u her ne kadar klişe görünen karakterler olsalar da altı dolu biçimde işliyor, ekibiyle beraber Afrika dekorlu bir film çekmenin de avantajlarıyla çok güzel resimler çekiyor, hüzünlü bir ambiyansın yanında gerilimli ve sürükleyici bir aksiyonla hikayeyi destekleyor. Zwick, Blood Diamond’da klişe olmak, duygu sömürüsü yapmak veya tam tersi yeterince cesur olmamakla suçlanabilir. Bunların hepsini yaptığı bazı işleri de olmuştur. Ama bir önceki filmi The Last Samurai ve 1989 yapımı Glory gibi görkemli yapımların hamurundaki ırksal dengeler, onur mücadeleleri ve adaletsizlik vurgularını işleyiş biçimini tipik gişe seyircisine de kabul ettirebilmiş bir yönetmen olarak görülmesi gereken yanlara da sahiptir. Görünen kahramanın arkasındaki sınıf olarak ezilmiş kahramana olan duygusal bağı, kimi zaman onu çağdaşlarından ayıran bir nitelik haline de gelebilmiştir.

Blood Diamond; The Constant Gardener, Hotel Rwanda, Shooting Dogs, Black Hawk Down, Lords Of War, The Interpreter ve yakında izleme fırsatı bulabileceğimiz Forest Whitaker’ın Idi Amin’i canlandırdığı The Last King Of Scotland gibi son dönem Afrika gerçekleri ekolüne dahil edilmesi gereken bir film. Bu filmler kimi zaman sinemasal açıdan klişe sayılsalar da, bazen duyguları sömürüyor görünseler de hizmet ettikleri amaçlarıyla, güçlerini acılarla yoğrulmuş bir kıtanın dengeleri üzerine söyleyecek sözleri olmasından alan ciddi yapımlar. Akıl almaz komploların, ayaklar altına alınan insanlık onurunun ve çıkar çevreleri sayesinde doğrudan veya dolaylı olarak içinde olduğumuz istismarların sorgulamasını değişik açılardan yapabilen belgeler.. Ütopyasını yanında taşımasına rağmen, onu bir şeyleri halletmeden kullanamayacağının bilincinde olan, ama o şeyleri halletmek için sesini duyurma çabasında olan filmler..

filim resim 3